Buraya malumunuz tatil yapmaya gezmeye değil ilim irfan peşine geldim. Ancak gelin görün ki işle ilgili bir yere ilk kez gitmekte fazlaca zorlanan bir
insanım. Hacettepe’den önce Numune’de çalıştım. İşe başlamadan önce 3 gün
boyunca, bugün gidip başlıyorum diye niyetlenip, giyinip kuşanıp arabayla
Numune’nin etrafında dolaştım, “yarın başlarım yea” deyip eve döndüm. Üçüncü gün sabahtan
çalışacağım kata kadar çıktım, geri indim, öğleden sonra başladım. Öğleden
sonra hoca kızdı, bu saatte mi gelinir diye. Haklı ama diyemiyorum ki “Hocam
sizin haberiniz yok, ben biraz malım.” Hacettepe’ye başlamam daha kolay oldu
nedense, ama altıncı ayda ortopedi rotasyonuna gitmek hiç kolay olmadı. Sabah korkudan
dudağımda bir uçukla uyandım, işe gidene kadar dudağımın öbür tarafında bir
tane daha, hastaneye varınca bir tane daha çıktı. Üç uçuk ve personelimiz
Bekdaş bey eşliğinde ortopediye gittim, yok yapamayacağım, ağlaya sızlaya kendi
bölümüme döndüm, ben gitmek istemiyorum diye. Bekdaş Bey sağ olsun tuttu
kolumdan bir daha götürdü, ilkokula başlamak istemeyen çocuklar gibi, gide gele
alıştım. E tabi ki buraya da başlamam kolay olmayacaktı, olmadı. Bir gün
önceden kampüse gidip sinsi gibi etraflarda gezdim, kendimi iyice pazartesi günü
mızırdanmadan gelmeye ikna ettim.
|
gördüğünüz gibi kendim gibi esprili şakalı bir okul tercih ettim. |
Pazartesi oldu, saati heyecandan
sabah 5’e kurmuşum, 8 kere filan erteleyerek makul bir saatte uyandım. İlk gün
sabah kaçta geleyim diye önceden sormayı akıl edemedim, 8 buçuk iyidir deyip 8
buçukta gittim. Kimse yok ortalarda, aman ne güzel, demek ki sabahın köründe
işe gelmeyeceğiz süper, beklemeye başladım. Hoca mail attı, doktor randevum var
11 buçukta geleceğim diye. Tamam ona da eyvallah, yakındaki parkta yürüyüşe
çıktım. Yanıma da ne bir kitap almışım ne de kendimi oyalayacak başka bir şey,
parkta yürümeye başladım. Kampüsten iyice uzaklaştım, deliler gibi yağmur
yağmaya başladı. Koşsam kampüse koşulacak mesafede değilim. Ciciler cicisi ilk
güne uygun elbisem, düzgün saçım başımla bir ağacın altına sığınıp yağmurun
dinmesini bekledim ama yok dinmiyor, ıslanmaya razı gelip sucuk gibi döndüm
kampüse. Biraz kurudum. Saat hala 10 buçuk. 1 saatim var, dakikalar geçmiyor.
Bence herkes bana bakıyor, kesin kıyafetim çok komik, kesin alnımda kocaman “bugün
burada başlayacak olan salak bu işte” yazıyor, kesin ya eminim! Hoca filan beni
görünce suratıma gülüp “ohaa ne kadar da aptalmışsın, bilseydim davet mektubu
yazmazdım, sıfata bak hele!” filan diyecek. Neyse daha önce de dediğim gibi bir
yerlere başlarken zorlandığım için böyle durumlarda yapmaya alışık olduğum
şeyler var. Örneğin pek işlek olmayan bir tuvalet bulup en uçtaki kabine
kendini kilitleyip orda geçirebildiğin kadar çok zaman geçirmek. Bizim
durumumuzda bu yaklaşık 45 dakika oluyor. Bohemlerle yaşaya yaşaya kaşımı
bıyığımı almayı unutmuşum, onlarla uğraştım, biraz uyukladım, derken saati 11
buçuk yapmayı başardım.
|
evet tuvalette selfie çektim. 45 dakika nabayım, çişim yok kakam yok. |
Hocayla buluştuk, hoca hiç de beklediğim gibi suratıma püsküre
püsküre gülmedi, ben de bundan cesaretle hediye olarak getirdiğim rakı ve çekme
helvayı takdim ettim. Çekme helva da yapıştı elime, haftalardır herkese helva
dağıtıyorum, lokum mu diyorlar, değil ama ne olduğunu da anlatamıyorum. Hem
aldım geldim o kadar, vermesem çok saçma olacak, ama utanıyorum da bir yandan
çantadan çıkarmaya. Avustralyalı karizmatik hocaya Kastamonu çekme helvası
verirken, öğlen beslenme çantasından ekmek arası yumurta çıkarıp bütün sınıfı
yumurta kokutan çocuk gibi hissediyorum. Ya çok sıkıntılara giriyorum anlatamam
size. Neyse neticede hoca tabi ki hoş geldin filan dedi, hediyeler için
teşekkür etti. Bir tane de Alman kız var, onunla da tanıştık. Dedi ki hoca,
bizim bu muhitte çok farklı ülkelerin restoranları var, gezmediyseniz bu öğlen
size oraları gezdireyim. “Foodie tour” yapalım. Öğlen çıktık, 4’te filan döndük
sanırım. Giriyoruz mesela Etiyopya restoranına, hoca tanıtıyor kendini garsona,
bunlar öğrencilerim, etrafı gezdiriyorum, yemeklerinizden tatmak istiyoruz
diyor, bir de ben veganım diye aşırı özen gösteriyor, her yerde soruyor vegan
neler var diye, böyle böyle saatlerce bütün mahalleyi yedik. Sudan, Etiyopya,
Hint, İtalyan, Vietnam, Çin, yemediğimiz halt kalmadı. Orda yiyemediğimizi
paket yaptırdık, yolda yedik, yedik, yedik, yedik. Sonra dedi ki, Dancing Dog’a gittiniz mi, yakındaki
bir barmış. Gittik bize bira ısmarladı, onun grubunun yaptığı araştırmaları
anlattı, ne aşamada olduklarını, bundan sona neler yapılacağını, bizim neler
beklediğimizi sordu. Böyle böyle ilk günü yiye içe geçirdim. Ertesi gün oldu,
ben artık iki sıçan tutayım (sıçanlara egzersiz filan yaptırıyorlar), iki iş
yapayım istiyorum. Onların da adama ihtiyacı var ama bir sıkıntı var:
Induction. Yani tanıtım, giriş eğitimi gibi bir şey. Her şeyin ama her şeyin induction’ı
var. Şöyle ki, biyokimya laboratuvarında bulunmak için induction lazım. Aldın
diyelim. Biyokimya laboratuvarında bulunan santrifüj cihazını kullanmak için ayrı
induction alacaksın. Santrifüj lan, düdüklü tencereden kolay alet. Yok tövbe
elimi hiçbir şeye süremiyorum, induction’sızım çünkü. Kuru buz var, kovadan
alıyorsun kürekle. Bak kova diyorum, kürek diyorum. Kuru buz induction’ı var. O
küreği eline alaman yoksa, yasak. Induction da ha deyince alamıyorsun,
sorumluya mail atıp randevulaşıyorsun, öyle ancak alabilirsin. Bir haftada
şükürler olsun 4-5 induction aldım. Sordum hepsini tamamlamam ne kadar sürer
diye, sen döneceğin zaman ancak tamamlanır dediler, kendileri de biliyor
yedikleri boku. Neyse ben severim aslında kuralcılığı ama burada kendini aşmış
bir hal var. Bu arada laboratuvarların imkanlarını ve bizimkilerle kıyasını
anlatıp hiçbirinizi göz yaşlarına boğmayacağım. Ama ah bir induction’ınız olsa
da görebilseniz…
İki yazıdır deli gibi arkasından atıp tuttuğum bohemlerime
çok alıştım. Gerçi tam alıştım, kızla oğlan gittiler, ev sahibiyle baş başa
kaldık. Her akşam taze sebze yemeği pişen mutfağımıza da, mum ışığına da,
bikarbonatla bulaşık yıkamaya da ısındım artık. Buzdolabı zaten olmasa da olur
bir şey galiba, mesela bizim yok, hiç eksikliğini duymuyoruz. Ha bir de benim
kaldığım muhit Melbourne’ün ÇinÇin’iymiş. Eş dost uyarıyor korkutuyor beni,
dikkat edecekmişim kendime. Allah aşkına buranın en asi en kural tanımaz adamı heralde
yerlere filan tükürüyordur. Kolay mı lan, ben Ortadoğudan geliyorum, Melbourne’ün
minnoş asisinin aklını alırım. Sizin torbacılık, çetecilik induction’ınız yok,
burada haraç toplayamazsınız desen, Melbourne çetesi şok, Melbourne çetesi
iptal. Canını yediklerim…