21 Ekim 2016 Cuma

Tüküreyim böyle hobinin ızdırabına

Buraya geleceğim tarihler belli olunca hemen buradaki koşu organizasyonlarına bakmıştım. 16 Ekim’de Melbourne Maratonu var, harika. Kayıt oldum, hazırlandım, çok hevesliyim, gece uyuyamadım doğru düzgün. Hedefim var, 2 saatin altında bitirmek istiyorum.

Bir hafta önceden iş yerinde de bahsi geçmeye başladı, Brezilyalı oğlan var Victor, ofiste çalışma masasını paylaşıyoruz, o tam maraton koşacak, bir de hocalardan biri var Nigel, o da yarı maraton koşacak. Yirmi kişilik ofisten organizasyona kayıtlı ben dahil üç kişi çıkmasından yarışın ne kadar kalabalık olacağını tahmin edebilirsiniz. Şehrin yarısı koştu sanırım.

Bunlar 10k'cıların "1.dalga"sının starta yakın kısmı sadece,
 ya fotoğrafla olacak şey değil, çok kalabalıktı, siz benim sözüme güvenin.

 Sabahın köründe trene bindim, 3 tane siyahi arkadaş göğüs numaralarını takmışlar, yolu biliyorsanız birlikte gidelim dedim, ben kesin kaybolurum çünkü, biliyorlarmış, kısa mesafeci tipli Etiyopyalı arkadaşların peşine düştüm. Birlikte yarış alanına gittik. Etiyopyalı kardeşlerim 10 k koşacakmış, onlar benden önce start aldı, onları uğurlayıp ısındım. Yarı maratoncuların sırası geldiğinde start’a geçtim. Bi çişim geliyor, bi ağzım kuruyor, sürekli bir fiziksel rahatsızlık halindeyim. Yanımda orta yaşlı bir abla var, “maraton koşulur mu ya saçmalık” minvalli şeyler söylüyor, işin amacı keyif almak değil mi diyor, “allah allah” diyorum “keyif mi alacaktık, bana kimse bir şey söylemedi”. İşte böyle sevimsiz İngilizce şakalar espriler yapıyoruz başlama çizgisinde birbirimize, arkadan alkış ve gülme efekti eksik. 2 saat pacer’ı var önümde bir yerlerde. (pacer demek şu: yarışı 2 saatte bitirecek bir koşucu, balon taşıyor, bayrak taşıyor, bir şey taşıyor, sen görüyorsun onu koşarken, fikir veriyor hızına dair.) Saat 7 buçuk oldu, pacer ablayı önüme aldım koşmaya başladım. Çiçek gibi koşuyorum, hiçbir derdim tasam yok, bıraksınlar böyle sabaha kadar koşayım diye düşünürken, hakikaten dedim ya daha ne kadar devam edeceğim böyle… Şimdi gidiyorum ama ya birazdan yorulursam? Kesin yorulacağım, kesin hızlı gidiyorum, yavaşlasam da sonra mı hızlansam, yavaşlarsam da hızlanamazsam ne olacak, belki de hızlı gitmiyorum şimdi, bir de yavaşlarsam hepten geri kalırım. Böyle dev bir hesapsızlık içindeyim. Saatim de yok, telefondan süremi takip edecektim, onu da karıştırdım, süreyle hızla tek alakam pacer abla, dedim ki kendi kendime, şimdi hesap yapıp düşünmenin sırası değil. Şimdi koş, sonra düşünürsün. Yola konsantre ol, asfalta konsantre ol, sayıları boş ver. Ama yazıklar olsun ki çok zekiyim, düşünmeden duramıyorum. Sayıları boş ver dedim ya kendime, beynim diyor ki “hayır bebeğim hayır. Sayıları düşünmenin tam sırası. Ver bana iki tane dört basamaklı çarpmazsam neyim” diyor. Yemin ederim komiklik olsun diye yazmıyorum, 6-8 km’ler arasını dört basamaklı sayıları çarpmaya çalışarak geçirdim. Nitekim 1001 ile 1001’i çarpayım dedim, hem kolay hem eğlenceli olur, çarpamadım. Vakit geçmiş oldu oyalanmış oldum. Öte yandan ben 21 nasıl bitecek bilemiyorum, 10 km olmadan yoruldum. Eve gitmek istiyorum, uyuyacağım, zaten rüzgar çıktı, hava soğuk gibi, zaten bitişte bekleyen kimse yok, hiç tadı yok ki, kendi kendime trene binip yarı maraton koşup eve dönüyorum, bok gibi iş, koşsam koşmasam kimsenin haberi yok. Bu işin güzel yanı organizasyonu, arkadaşlarla birlikte olması, babanla koşması, babanın seni geçmesi, bitince yokuşları inişleri sanki orijinal bir şeymiş gibi tekrar tekrar birbirine anlatması… Neyse ben yoruldum, tadım kaçtı, ama durmadım, yürümedim, inat ettim koştum.

hele şu teyzenin şımarıklığıyla, benim bitmişliğimin aynı karede buluşmasına bi bakın,
 ben bu fotoğrafa para verir miyim siz söyleyin. 
Önce 2 saat pacer’i abla ufak ufak gözden silindi. Tamam dedim, 2 saat olmaz, 2 saat 5 dakika olur sorun değil. Böyle dememe kalmadı 2 saat 10 dakika pacer’ı yakışıklı bir abimiz göründü. Bu abi de gözden silinirse yandım, buna yapışayım artık dedim, var gücümle asıldım, gittiğim kadar gittim, nitekim son 5 km’ye doğru bu abi de arkasına bakmadan bastı uzaklaştı. Sonra kafayı çevirip baktım 2:20 pacer’ı nerde diye, rahat 60 yaşında olan eski tüfek bir koşucuyu yapmışlar 2:20 pacer’ı. Çüş artık, bitişte anamız babamız beklemiyor diye üzüldüysek o kadar da değil dedim, dedeye kendimi geçirtmeden bitirebildim. İkinci yarı maratonumu burada koşmuş oldum. Hedeflediğim gibi 2 saatin altında filan koşamadım, koşarken kendime dedim ki “bir daha asla!”, sonra Antalya için kayıt yaptırdığımızı hatırladım. Demek ki “bir daha yine”.

koştum, şahidim yoksa bile belgem var. 

15 Ekim 2016 Cumartesi

Avustralya yan gelip yatma yeri değildir.

Buraya malumunuz tatil yapmaya gezmeye değil ilim irfan peşine geldim. Ancak gelin görün ki işle ilgili bir yere ilk kez gitmekte fazlaca zorlanan bir insanım. Hacettepe’den önce Numune’de çalıştım. İşe başlamadan önce 3 gün boyunca, bugün gidip başlıyorum diye niyetlenip, giyinip kuşanıp arabayla Numune’nin etrafında dolaştım, “yarın başlarım yea” deyip eve döndüm. Üçüncü gün sabahtan çalışacağım kata kadar çıktım, geri indim, öğleden sonra başladım. Öğleden sonra hoca kızdı, bu saatte mi gelinir diye. Haklı ama diyemiyorum ki “Hocam sizin haberiniz yok, ben biraz malım.” Hacettepe’ye başlamam daha kolay oldu nedense, ama altıncı ayda ortopedi rotasyonuna gitmek hiç kolay olmadı. Sabah korkudan dudağımda bir uçukla uyandım, işe gidene kadar dudağımın öbür tarafında bir tane daha, hastaneye varınca bir tane daha çıktı. Üç uçuk ve personelimiz Bekdaş bey eşliğinde ortopediye gittim, yok yapamayacağım, ağlaya sızlaya kendi bölümüme döndüm, ben gitmek istemiyorum diye. Bekdaş Bey sağ olsun tuttu kolumdan bir daha götürdü, ilkokula başlamak istemeyen çocuklar gibi, gide gele alıştım. E tabi ki buraya da başlamam kolay olmayacaktı, olmadı. Bir gün önceden kampüse gidip sinsi gibi etraflarda gezdim, kendimi iyice pazartesi günü mızırdanmadan gelmeye ikna ettim. 

gördüğünüz gibi kendim gibi esprili şakalı bir okul tercih ettim. 


Pazartesi oldu, saati heyecandan sabah 5’e kurmuşum, 8 kere filan erteleyerek makul bir saatte uyandım. İlk gün sabah kaçta geleyim diye önceden sormayı akıl edemedim, 8 buçuk iyidir deyip 8 buçukta gittim. Kimse yok ortalarda, aman ne güzel, demek ki sabahın köründe işe gelmeyeceğiz süper, beklemeye başladım. Hoca mail attı, doktor randevum var 11 buçukta geleceğim diye. Tamam ona da eyvallah, yakındaki parkta yürüyüşe çıktım. Yanıma da ne bir kitap almışım ne de kendimi oyalayacak başka bir şey, parkta yürümeye başladım. Kampüsten iyice uzaklaştım, deliler gibi yağmur yağmaya başladı. Koşsam kampüse koşulacak mesafede değilim. Ciciler cicisi ilk güne uygun elbisem, düzgün saçım başımla bir ağacın altına sığınıp yağmurun dinmesini bekledim ama yok dinmiyor, ıslanmaya razı gelip sucuk gibi döndüm kampüse. Biraz kurudum. Saat hala 10 buçuk. 1 saatim var, dakikalar geçmiyor. Bence herkes bana bakıyor, kesin kıyafetim çok komik, kesin alnımda kocaman “bugün burada başlayacak olan salak bu işte” yazıyor, kesin ya eminim! Hoca filan beni görünce suratıma gülüp “ohaa ne kadar da aptalmışsın, bilseydim davet mektubu yazmazdım, sıfata bak hele!” filan diyecek. Neyse daha önce de dediğim gibi bir yerlere başlarken zorlandığım için böyle durumlarda yapmaya alışık olduğum şeyler var. Örneğin pek işlek olmayan bir tuvalet bulup en uçtaki kabine kendini kilitleyip orda geçirebildiğin kadar çok zaman geçirmek. Bizim durumumuzda bu yaklaşık 45 dakika oluyor. Bohemlerle yaşaya yaşaya kaşımı bıyığımı almayı unutmuşum, onlarla uğraştım, biraz uyukladım, derken saati 11 buçuk yapmayı başardım. 

evet tuvalette selfie çektim. 45 dakika nabayım, çişim yok kakam yok. 

Hocayla buluştuk, hoca hiç de beklediğim gibi suratıma püsküre püsküre gülmedi, ben de bundan cesaretle hediye olarak getirdiğim rakı ve çekme helvayı takdim ettim. Çekme helva da yapıştı elime, haftalardır herkese helva dağıtıyorum, lokum mu diyorlar, değil ama ne olduğunu da anlatamıyorum. Hem aldım geldim o kadar, vermesem çok saçma olacak, ama utanıyorum da bir yandan çantadan çıkarmaya. Avustralyalı karizmatik hocaya Kastamonu çekme helvası verirken, öğlen beslenme çantasından ekmek arası yumurta çıkarıp bütün sınıfı yumurta kokutan çocuk gibi hissediyorum. Ya çok sıkıntılara giriyorum anlatamam size. Neyse neticede hoca tabi ki hoş geldin filan dedi, hediyeler için teşekkür etti. Bir tane de Alman kız var, onunla da tanıştık. Dedi ki hoca, bizim bu muhitte çok farklı ülkelerin restoranları var, gezmediyseniz bu öğlen size oraları gezdireyim. “Foodie tour” yapalım. Öğlen çıktık, 4’te filan döndük sanırım. Giriyoruz mesela Etiyopya restoranına, hoca tanıtıyor kendini garsona, bunlar öğrencilerim, etrafı gezdiriyorum, yemeklerinizden tatmak istiyoruz diyor, bir de ben veganım diye aşırı özen gösteriyor, her yerde soruyor vegan neler var diye, böyle böyle saatlerce bütün mahalleyi yedik. Sudan, Etiyopya, Hint, İtalyan, Vietnam, Çin, yemediğimiz halt kalmadı. Orda yiyemediğimizi paket yaptırdık, yolda yedik, yedik, yedik, yedik. Sonra dedi ki, Dancing Dog’a gittiniz mi, yakındaki bir barmış. Gittik bize bira ısmarladı, onun grubunun yaptığı araştırmaları anlattı, ne aşamada olduklarını, bundan sona neler yapılacağını, bizim neler beklediğimizi sordu. Böyle böyle ilk günü yiye içe geçirdim. Ertesi gün oldu, ben artık iki sıçan tutayım (sıçanlara egzersiz filan yaptırıyorlar), iki iş yapayım istiyorum. Onların da adama ihtiyacı var ama bir sıkıntı var: Induction. Yani tanıtım, giriş eğitimi gibi bir şey. Her şeyin ama her şeyin induction’ı var. Şöyle ki, biyokimya laboratuvarında bulunmak için induction lazım. Aldın diyelim. Biyokimya laboratuvarında bulunan santrifüj cihazını kullanmak için ayrı induction alacaksın. Santrifüj lan, düdüklü tencereden kolay alet. Yok tövbe elimi hiçbir şeye süremiyorum, induction’sızım çünkü. Kuru buz var, kovadan alıyorsun kürekle. Bak kova diyorum, kürek diyorum. Kuru buz induction’ı var. O küreği eline alaman yoksa, yasak. Induction da ha deyince alamıyorsun, sorumluya mail atıp randevulaşıyorsun, öyle ancak alabilirsin. Bir haftada şükürler olsun 4-5 induction aldım. Sordum hepsini tamamlamam ne kadar sürer diye, sen döneceğin zaman ancak tamamlanır dediler, kendileri de biliyor yedikleri boku. Neyse ben severim aslında kuralcılığı ama burada kendini aşmış bir hal var. Bu arada laboratuvarların imkanlarını ve bizimkilerle kıyasını anlatıp hiçbirinizi göz yaşlarına boğmayacağım. Ama ah bir induction’ınız olsa da görebilseniz…

İki yazıdır deli gibi arkasından atıp tuttuğum bohemlerime çok alıştım. Gerçi tam alıştım, kızla oğlan gittiler, ev sahibiyle baş başa kaldık. Her akşam taze sebze yemeği pişen mutfağımıza da, mum ışığına da, bikarbonatla bulaşık yıkamaya da ısındım artık. Buzdolabı zaten olmasa da olur bir şey galiba, mesela bizim yok, hiç eksikliğini duymuyoruz. Ha bir de benim kaldığım muhit Melbourne’ün ÇinÇin’iymiş. Eş dost uyarıyor korkutuyor beni, dikkat edecekmişim kendime. Allah aşkına buranın en asi en kural tanımaz adamı heralde yerlere filan tükürüyordur. Kolay mı lan, ben Ortadoğudan geliyorum, Melbourne’ün minnoş asisinin aklını alırım. Sizin torbacılık, çetecilik induction’ınız yok, burada haraç toplayamazsınız desen, Melbourne çetesi şok, Melbourne çetesi iptal. Canını yediklerim…

9 Ekim 2016 Pazar

Bohemle Sınavım

Bu haftasonu gerçekten harika idi. Biraz fazla bohemliğe maruz kaldım ama değdi. Hem bohemlerle engin tecrübelerimi faydalı hale getirip sizin için kolay bohemce konuşma kılavuzu hazırladım (yazının sonunda). 

Cumartesi öğlen arabaya binip evde yaşayan diğer iki kişiyle birlikte Nan’ın (evsahibimin) sahildeki yazlık evine gittik. 
yazlık evin balkonu, sabah bu manzaraya karşı yoga yaptık. Lorne burası. 

Nan yirmi yıldır sörf yapıyormuş, o yüzden bir sürü bordu ve eski sörf kıyafeti var. Bize onlardan verdi ve biraz öğretti ne yapmamız gerektiğini. Diğer iki elemanla ben kıyıda sörf bordlarımızla bu bilgiler ışığında debelendik birkaç saat. Nan da bizden biraz uzakta, insan gibi sörf yaptı. Diğer elemanlar dediklerim Caleb ve Athena. İkisi de yirmi yaşında. (en aşağıda fotoğrafları var, bi bakıp gelin isterseniz.) Caleb liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gitmemiş, amcasının yanında boyacılık yapıyor. Athena Amerikalı. Geçen akşam babası geldi kalmaya bizim eve. Adam Chicago’da fizik profesörüymüş. Nötrinolarla ilgili çalışmalar yapıyormuş. Chicago’dan yolluyorlarmış nötrinoları, Minnesota’dan topluyorlarmış. Kızını yani Athena’yı okula göndermemiş. Evde eğitim vermişler. Evde eğitim de çeşit çeşit oluyormuş. Bazen aileler ya da özel öğretmenler evde çocuğa okul müfredatının aynısını öğretiyormuş, bazen de ne öğrenmek istediğini de çocuğa bırakıyorlarmış, çocuk ilgisini çeken konuları araştırarak öğreniyormuş. Bizim kızı salmışlar çayıra. Sadece okuma yazmayı anne babası öğretmiş, geri kalan ne biliyorsa kendisi araştırıp öğrenmiş. Böyle çocuklara “unschooler” deniyormuş ve ABD’deki okul çocuklarının %1.7’si böyle kendi keyfince eğitim alıyormuş. İnanayım diye küsüratlı atmış da olabilir. Neticede nötrino atan tutan babanın kızı yirmisinde koltukaltı kıllarını almayan bir yoga öğretmeni olup bizim boyacı oğlana varmış. Kınar gibi yazdım ama öyle değil. Zaten kıl tüy meselesinde kınamak ne haddime, ancak elini öperim. Bizim, dişini fırçalamayan adamlar laf etmesin diye neremizdeki tüyü daha kalıcı yolsak derdinden başımız döndü. Bizim yaptığımız saçmalık. Neyse Athena kızımızın hikayesi böyle. Bu sene Amerika’ya dönüp üniversiteye başlayacakmış. Alternatif tıp okuyacakmış. Ayurveda filan deyince biraz gözümden düştü ama bu kızın da tıp okuyup nörolog olmayacağı her halinden belli zaten. Bohem karakterlerimizin arka planlarını da artık daha iyi bildiğinize göre günümüze devam ediyorum. Sörf yapmaya çabalamaktan bitap düşünce eve gittik, götümüz dondu, sıcak banyo iyi gelir dediler. Harika fikir, ama bohemler huy olarak uyuşuk. Baktım herkes oyalanıyor, ben sıcak duşuma girdim çıktım. Bir şaşırdılar, anlamadım neye şaşırdılar, boş verdim geçtim. Çayımı aldım, arkama bir döndüm ki… Bunlar cücük kadar bir kişilik küveti doldurup hep beraber içine doluşmuşlar. (Mayoları filan duruyordu yani eğer hikayenin o kısmı ilginizi çektiyse.) Bana dediler duşla ısınamazsın, sen de banyoya gir. Lan o küvette benim bacağımın yarısına yer yok, hem bohemle banyoya girilir mi! Bohem organik deyip işer oraya. Gözüne bohem sidiği değsin istemiyorsan mesafeni koruyacaksın, bırak bu kız biraz nemrut desinler. “Yeni abdest aldım kardeşler” dedim, gittim balkonda manzarayı izleyerek zencefilli çayımı içtim. Bu kadar bohemin bir arada olduğu bir evde akşam “demlik” demlik çay içileceği belli. Bir demlik daha demleyelim, aman bir tane daha derken çay çarptı, çay çarpınca hep olduğum gibi oldum, içime kapandım. Saatlerce konuşmadan kös kös ayağımı sobaya uzatıp “allah allah ne kadar da konuşmuyorum” diye düşündüm. Ertesi gün balkonda yoga yaptık, biraz headstand çalıştık. Sıçtığımın headstand’i, handstandi nereye gitsem peşimi bırakmadı zaten. Balkonda biz yoga yaparken yanımıza Türkiye’de belki petshop’ta filan görebileceğimiz rengarenk papağanlar geldi.

aslında kırmızı gövdeli, yeşil kanatlı ve mavi sırtı olan rengarenk bir tane vardı ama size bunu göstericem sadece. çünkü benim masraf edip buralara kadar gelmemin bi manası olsun, di mi?
(kırmızının fotosunu çekemedim.) 



Yakınlarda bir şelale varmış, yogadan sonra oraya gittik. Şelalenin pek bir numarası yoktu ama etraftaki ormanı anlatabilsem keşke. Hiç bilmediğimiz bir sürü ağacın kokuları birbirine karışmış, yürümek filan imkansız, kocaman ağaç gövdeleri birbiri üstüne yıkılmış, bir kısmı çürümüş, çürüyen yerde başka bitkiler çıkmış, bir sürü hayvan. Fotoğraf çekmeye çalıştım size göstereyim diye ama kokular olmadan sesler olmadan bir şeye benzemiyor ki. Her yerinden hayat fışkırıyor. Gerçekten çok etkileyiciydi, belki de biz pek yeşil göremediğimiz için. 
şelale - orman filan buralar işte. 


Koala görürüz umuduyla okaliptüs ağaçlarının arasında gezdik baya ama göremedik. Şimdi bütün bu güzellikleri görünce bu kadar boheme maruz kalmama değdi diye düşünüyorum ama kolay mıydı, asla! Ama bir şeyler öğrendim ve öğrendiklerimi sizinle paylaşarak benim çektiğim zorlukları çekmenizi önlemeye çalışacağım. Olur da bohemlerle bir haftasonu geçirirseniz, benim gibi iletişim sorunu yaşamayın diye bohem gibi konuşma kılavuzu yaptım:
Demlik demlik çayın mı etkisi bilemiyorum ama bohemler tam olarak senin benim gibi konuşmuyorlar.

  • ·         Öncelikle her sözümüzü yavaş, sırıtarak ve kelimeleri yayarak söylüyoruz.
  • ·         Hayatın içindeki şeylere karşı aşırı hevesli ve heyecanlıyız. Yerli yersiz duygu ifade edip soruyoruz. Bir örnekle açıklamaya çalışayım:
Bohem : pelin, günün nasıl geçti?
Vasat insan : pek bir şey yapmadım, mahallede yürüdüm.
Bohem: Aman tanrım, harika! Bu gerçekten çok güzel olmalı. Yürümek sana nasıl hissettirdi?

  • ·         Zaten olup biten şeyleri gereksiz yere dillendiriyoruz, özellikle duyuları. Yine örnekliyorum:
Vasat insan elma yiyor diyelim ki. Ne der? “Elma çok güzelmiş abi ısırıcan mı?” der.
Bohem elma yerse şöyle oluyor: “Aman tanrım, elma kıpkırmızı ve ısırınca önce kabuğu sert ama içi çok sulu ve tatlı. Bu harika bir elma. Bu elmayı benimle paylaşmak ister misin?”

Bu uzun ve gereksiz konuşma olayına başka bir örnek daha vermek istiyorum. Vasat arkadaşlar tatilde diyelim ki. Arabada plaja giderken güzel bir koy gördüler. Diyalog aşağı yukarı şöyle olur: “Deniizz (çünkü arabayı hep Deniz kullanıyor.) yandaki koy çok güzel. Duralım mı?”, “Aa çok güzel gerçekten, duralım, biraz burada yüzüp sonra öbür plaja gideriz.” (durdular, yüzdüler, öbür plaja gittiler. Gerçek olay.)
Aynı olay bohemlerde şöyle oluyor: “Buradaki dalgalar harika ve büyüleyici, burada dursak mı?”, “Adamım, öbür plaja gidelim diye konuşmuştuk ama spontan bir dürtüyle burada biraz yüzmek istiyorsan bu isteğini tamamen destekliyorum. Önemli olan istediğin şeyi o an yapman. Bunun arkasındayım dostum. Anı yaşamalıyız ve keyif …” (durmadılar. Gerçek olay.)

  • ·         “Paylaşmak” fiilini gereğinden fazla kullanıyoruz. Neredeyse bir bağlaç haline getiriyoruz, resmen bokunu çıkarıyoruz. “Size sebze çorbası yapmamı ister misiniz? Bu becerimi sizinle paylaşmama izin verin.” Elimizi attığımız her şeyi kullanmadan önce bunu paylaşmak isteyen olur mu diye boşluğa sesleniyoruz. Tuvalete “ben kendi kıçımdan tek başıma ve kimseyle paylaşmadan sıçıcam, beni rahat bırakın” diye bağırarak gitmek istememize neden olacak kadar çok ve sık yemeğimizi, becerilerimizi, duygularımızı, tecrübelerimizi, tabi ki banyomuzu paylaşıyor, paylaşıyor, paylaşıyoruz.
  • ·         Gün içinde yakın geçmişten alakasız bir ana referansla “o an seni gücendirdim mi?” gibi yersiz sorular soruyoruz. Kapıyı açamadım ben bir seferinde, yardım edelim mi dediler, yok hallettim dedim. Yardım istememişim, acaba beni gücendirmişler mi? Bu bir değil iki değil, dört gündür buradayım, bir sürü kere sordular. Lan siz kim köpek beni gücendireceksiniz! Benim sizden bir beklentim mi var bu hayatta, karşılanmayacak da güceneceğim. Ya valla delireceğim. Gücenmedim, bi siktirin gidin.
  • ·         Son olarak sizi kurtaracak bir tüyo vereyim. Eğer boheme gerçekten dert anlatmak niyetinde değilseniz, sadece başınızdan savmak istiyorsanız şu iki büyülü sözcükle her soruyu yanıtlayabilirsiniz: “intense” ve “sick”.  Şöyle ki, “Su nasıldı?” “it was intense man.”, “yemek olmuş mu?” “it’s sick!”, “manzara hoşuna gitti mi?” “yeah it’s intense.”,  “dün eğlenedin mi?” “yesterday was so sick!” Umarım anlaşıldı.

Özetle bohemliği pek sevmem. Çalışkan insanları severim. Kendim de çalışkan bir insanım. Bir de bohemler bizim idrak edemediğimiz bir derinlikleri varmış gibi yapmaya çalışınca hepten kabarıyorum. Bence öyle bir derinlikleri yok, sadece kafaları güzel. Canları sağ olsun.

bohem bile olsa kimse grup selfie'ye hayır diyemiyor.
Tanıtmama gerek var mı, çekik gözlü evsahibi Nan, kız Athena, saçlar sakallar Caleb, gözlüklü ben. 

6 Ekim 2016 Perşembe

Tatlım Senin Karbon Ayakizin Kaç Numara?

İş tecrübesi olsun diye, ağırlıklı olarak kendi gayretlerimle azıcık da Hacettepe’nin desteğiyle önümüzdeki dört ayımı Melbourne, Avustralya’da geçireceğim. Canım güzel arkadaşlarımla son iki hafta boyunca doya doya, ayrı ayrı ve birlikte defalarca vedalaştık ve hepsine başımdan geçenleri yazacağıma söz verdim. Yalan tabi, nasıl yazayım. Cennet gibi memlekete gelmişim, işimi gücümü gezmemi bırakıp whatsapp’a laf yetiştirmem mümkün değil. Neticede buradan toptan anlatacağım ne yapıp ettiğimi, ilgilenen herkesler buyursunlar…


Dün yirmi dört saati aşan bir yolculuk yaptım. Sabiha Gökçen’den Katar Havayolları ile Doha’ya, Doha’dan Adelaide’e, oradan da son olarak Melbourne’e geldim. Havaalanından bir adet dev, bir adet orta halli bavulum, sırt çantam, kol çantam ve ben, bizi tren istasyonuna götürecek shuttle’a bindik, sonra da trenle eve. Kalacağım yeri Airbnb’den iki haftalık ayarlamıştım. Beğenirsem kalırım, beğenmezsem değiştiririm gidince diye. Neyse eve geldim. Ev sahibi bence Japon, çünkü çekik gözlü ve ben bu coğrafyaya bu kadar cahilim. Eve girerken ayakkabı çıkarttık. Dedim demek ki Çinliler de böyle yapıyor. (Japon değilse Çinli…) Zaten gecenin körü, zaten saatlerdir yoldayım, gözüm pek bir şey görmedi, gittim kıyafetlerimle uyudum. On iki saatlik uykudan sonra buranın saatiyle öğlen uyandım. Açarız yeriz muhabbet olur diye yanımda getirdiğim çekme helvamı da alıp mutfağa gittim, evdekilerle gündüz gözüyle tanıştım. Nan (son ihtimal Koreli olabileceğini düşündüğüm ev sahibim), bir de arkadaşı. “Ev biraz değişik gelebilir sana” dediler. Hakikaten bir değişik ama nedir tam çıkaramıyorum. Evde plastik kullanmıyorlarmış, barındırmıyorlarmış. Evdeki her şey metal, ahşap, cam. Mutfakta buzdolabı yok, taze meyve sebze yiyoruz dediler. Hadi hepsi tamam, evde doğru düzgün mobilya da yok. Yerlerde halı kilim bir şey yok. Neyse benim odamda yatağım var, içerde bir yerde çamaşır makinası gördüm. Duş var. Bunlar bana yeter.  Bakın bu da odam: 

tepemde ne yazıyor bilmiyorum ama plastiğin anasına sövüyor olabilir. 
Tek kuralımız var dediler, az tabak çanak var, o yüzden bir şey yiyince hemen yıka ki kimse tabaksız kalmasın.  Eyvallah ama bulaşık deterjanı tabi ki yok. Avucuma karbonat döktü Çinli, bununla yıkayabilirsin dedi. Çevreciliğime güvenim nerden baksan tamdır ama Ortadoğu’da çevreci olmak kolay. Plastik poşetini denize atmayınca, nükleere karşı çıkıp, şehirlerde parkları bahçeleri yıkmayalım deyince en büyük çevreci oluyorsun zaten.  O çevreci doğa dostu halimle benim bile “lan yeter, o bikarbonatı bi indir hele” diyesim geldi, derin nefes aldım verdim, sustum. (Zaten sonra internetten baktım, yıkanıyormuş karbonatla bulaşık. Bence siz de boşuna deterjan alıp ortalığı kimyasala boğmayın yani.) Neyse ben bir markete gideyim diye sokağa çıktım. Ben zaten Türkiye’de de şapşalım biraz. Yolumu yönümü bilemem, karşıdan karşıya geçemem vs. Telefonuma bakıyorum uzun uzun, çünkü haritayı anlayamıyorum. Araba yavaşlıyor yanımda, yardıma ihtiyacın var mı diyor.  AVM gibi bir yere girdim, sağa gidiyorum dönüyorum sola gidiyorum, başkası geldi, aradığınızı bulamıyor musunuz yardım edebilir miyim diyor. Bilmiyorum kimi insanın hoşuna gider böyle şeyler ama ben aptallığım yüzümden okunuyor sandığım için sevmiyorum. “Ben kendim bulcam yeaa” diye ağlayarak uzaklaşmak istiyorum. Herkes işine baksın ya, o kadar da yardımsever olmayıversinler. Ha asıl neyi unuttum. Bir adam geldi markette yanıma, burada okuyormuş, vizesi yüzünden miymiş neymiş belli bir saat karşılıksız çalışması gerekiyormuş. Ücretsiz ayak masajı yapacakmış bana. Tövbe estağfurullah el adamının eline ayağımı verecek değilim, kolay gelsin kardeş dedim eve döndüm. (Trafiğin sağdan aktığını da zaten baya zor anladım. Ona alışmak gerçekten zor olabilir, o konuda kendime zerre güvenmiyorum.) Bu arada evimiz beni küçük minik bir sürprizle bekliyormuş meğer. Hava kararmış, evin koridorunda masalarda minik minik mumlar yanıyor. Neden efendim, çünkü elektrik yakmıyor Nan. Gerçek ışık kullanıyorlarmış. Orda artık içim bir yükseldi benim “akşam elektrik yoksa kiradan düşelim abisi bu ne” diyeceğim ama baktım etrafıma güzel de olmuş gibi sanki karar veremedim, yine ses edemedim. Neyse hafta sonu sahil kenarında evleri varmış, orada vegan beslenip yoga yapmalı bir hafta sonu planlıyorlarmış. Beni de çağırdılar. Haklarını vereyim, baya arkadaş canlısı bir ev ahalim var.  (Çinli de Kamboçyalıymış.) 

çünkü cahilim. siz de cahilsiniz, bana artizlik yabmayın.